8.29.2011

Dostluk...


Dostluk...



"Hep dostluğun kurallarını anlattılar bize! düşmanlığın kurallarını hiç anlatmadılar, korkarım eksik kaldık biraz, düşmanlığı bilmeden,dostluğu kim bilebilirki?
Elbette kimse! "


Homeros "İlyada"


"İlyada"

Suni ve ikiyüzlü bir teslimiyet! Karışırsak bizden geriye ne kalır?

Suni ve ikiyüzlü bir teslimiyet! Karışırsak bizden geriye 

ne kalır?



"Allah, rüzgarları gönderir, onlar da bulutu kaldırır, böylece biz onu ölü bir beldeye sürükleriz, onunla, yeri ölümünden sonra diriltiriz. İşte (ölümden sonra) dirilip- yayılma da böyledir."
"Allah, rüzgarları gönderir, onlar da bulutu kaldırır, böylece biz onu ölü bir beldeye sürükleriz, onunla, yeri ölümünden sonra diriltiriz. İşte (ölümden sonra) dirilip- yayılma da böyledir."


(Fatır Suresi, 9)
(Fatır Suresi, 9)

Savrulup geldim işte/Dünya yangınlarından bir bozgun artığı...





‘Dediler:

Güneşin doğduğu yerdesiniz

Gölgeniz dünyada kaldı’…




Şahidim rüzgarlardır Rabbim/Şu titreyen söğüt dalları... Ve ümidin içinde henüz kurumayan tohum,yeşermek için bir tebessüm bekliyor. Kalbimin toprağında yeşeriyorsun/Tenhâ bir bahçede seni örüyorum...



Savrulup geldim işte/Dünya yangınlarından bir bozgun artığı... Hani bile bile son bulacağını yolculuğun; hani bile bile biryerlerde hep devinen değişimi, lakin bir noktasına dahi uzanıp dokunamama...




Zaman kaldı mı ki? Bir an önce, yürekte başlamalı değil mi yönelmek gerçeğe? Ve böyle başladı benim terk-i dünya deyişim... Dünyaya inişin ardından, nerede son bulacağı bilinmeyen, yolculuğun duraklarında beklemenin imkansızlığını farkedince bir telaş, bir arayış, bir kayboluş, bir boşluk, bir... bir... bir...



Eskidik ve eksildik biraz... Sürekli yanmak, yana yana bulmak benliği, bakışlarla dokunmak aşk’ına. Şimdi sesin doluyor içimin odalarına...




Kapatılmış olmak mı dünyaya? Hani yok kapısı. O uçsuz bucaksız penceresi gök bile, bir perdenin ardında gizli. Yok hükmündedir dünya/Bir sürgün böyle biter ancak...



Mühlet bitti çözüldü dil/Beden nedir ki konuşan kalbim... Ne al’ı al, ne mor’u mor, bu başka; bu, her bakanın yüreğinin süslediği manzara. Senin renginle boyuyorum dünyayı... Akıyoruz geldiğimiz yere. Dağlardan mı çağlanır, denizlere mi ulaşılır, oradan nereye? Bendim sana güneyden gelen yolcu... Aşık olunca insan gör ki neleri şahit tutar. Belki dün’ü, belki an’ı, belki asr’ı, belki de...



Gökte ay tanık oluyor aşkımıza... Maşuk ölümün ardında mıdır? Maşuk’a ölmeden de ulaşma imkanı verilmemiş midir? Tüm ihtişamına kainatın bakıp seyretmek O’nu... Şu ki, artık seyir acı vermeye başladı belki. Uzanıp dokunmak mı arzu? Ya kucaklaşmak mı? Ya ilahî bûse...



Katlime bir ferman ver...
Nasılsa biter saatleri ömrün/Nasılsa gelir akşam...



Kapıları açık semânın...
Bir derviş dedi, ‘kapat gözlerini, başucundayım’. Ak sakal bu kadar mı yakışırdı? Başımda ney üfledi bir derviş... Duyuyor kulaklar, dalgalar kayaları yalayıp çekiliyor. Dalga varsa deniz olsa gerek...



Gördüğün bir sürgün rüyası... Kimi der yokluk, kimi der bir yitiş, kimi der azap, kimi der giz... Oysa... Anla ki ölüm hayatın ardında/Merhametli bir bûsedir... Ya dilemeseydi. Nasıl yanıp tutuşacaktı gönül? Maşuk’u maşuk yapan aşık mıdır? Diledi ve ol dedi...



Hangi kalemin kimde yaralar kanatacağını, hangi kelimenin kimde ufuklar açacağını bilemezken çıkıyor karşısına pervasız duruş. İşte kanat sesleri martıların... Ah olsa kolay, silinmiyor ki insanlığın kiri, ölüm mü paklar ancak? Ya toprak almazsa içine cansız bedeni?



Buğunu silip kendimi gördüm/Şimdi öyle bir şarkı var ki içimde/Bütün varlığımı yakıp/Kendimi bir sese ısmarladım...

Desem ki ben de unuttum/Sesimin bütün renklerini...



Ne çok şey buluyor beni sen olmayınca... Yolların hep dar olduğunu, yolların hep iniş olduğunu ya da hep dimdik çıktığını yolların... yazık ki söyleyemez dil. Öyle olsaydı ne kolay sığınırdık mazeretlerimize ‘yorulduk’ demek için.



Demli bir çay, biraz melâl/Yetmiyor bu hayatı anlamaya... Bu kadar kolay belki de barışmak ben ile. Şimdi gülümse kendine/İçine dön ve aşka çevir yönünü... Gitmek... gitmek... yine gitmek...



Bakışlarımızda saklı kalan/Ne varsa burada bırakıp/Gün ışımadan yollara düşelim... Ne yöne baksam uçurum mu? Karanlık ormanda bir garip his, korku mu? Yalnızlığın rengine boyanmış, adına kara demişler diye, karanlık mı? Ne desem boş...

Hiçbir söz benim dengim değil/Bu dağ yolunda... Yürüyorum, hayatın üzerine basa basa. İzi var mıdır adımlarımın? Varsa da bir yelin savurabileceği kadar yüzeysel midir? Günün bitişini görebileceğimi kim iddia edebilir?



Ölüm bir türküyü orta yerinden bölmenin resmidir... Kıvrılır, sağa döner, sola döner. İner, çıkar. Ama bilirim... Yürüdüğüm bütün yollar sana... Deliyim, doğru. Deliliğim gözler önündedir, doğru. ‘Kime ne dellenişimden’ deyişim sıkçadır, doğru. İşim insanlarla değil.



Bir çınar ağacının altında/İçimde seni herkesten gizleyip/Güneşe karşı şarkılar söyleyeceğim... Korkağın biri olduğumu epey önceden kabullendim. O kadar ki, geçip aynam’ın karşısına sık sık tekrarlamadayım: Sen bir korkaksın! Sonuç...

Korkuyu farketmek yetmiyor ki çözüme ulaşmak için.



Alıp başımızı gidelim şafak sökerken/Biz susalım ve sadece sular konuşsun... Farkedişimde ölümü, ağlayacak mıyım? Kavuşma an’ını hayal etmek aklımdan geçecek mi? ‘Ömür yolculuğu meğer ne kısaymış’ diyecek miyim?



Saatim durdu sükûtun içindeyim... Aç gözlerini ölüme, bitsin rüya. Hayattayken ölümde, ölümdeyken hayatta olmak. Âh bu benim kendi rüyam...



Bu ölümden önceki son bahar... Adımların nereye doğru hey yolcu... Karşılaşacaklarından endişeli değil gibisin, titremez sanki yüreğin.
Nereden bileceksin...


Hangi sokağa girse önünde duvar...



Rüyalar büyüttü seni masallar

Atına bin yürü dağların arkasına

Uçan kuşlar seninledir

Kaf dağının ardında

Seni bekliyor yüreğindeki ankâ



Mustafa Özçelik
Gül ve Hançer

8.21.2011